Bu Blogda Ara

11 Eylül 2011 Pazar

Ölümü Tatmak

Aşkı yazayım diyorum bir gün..Ölümü yazayım, ayrılmayı yazayım, hayatı yazayım, herşey hakkında biraz düşünmüşlüğüm var..bazılarında biraz daha çok..bazılarında biraz daha az..bazıları için sonra da düşünsem olur dedim..ölüm mesela... daha çok gencim ölümü düşünmek için çok erken değil mi..? Kendimden yaşça daha küçük olanların öldüklerini duya duya çok da erken değil aslında diyorum bugün...

Hayat bu, doğduk öleceğiz kimimiz yaşını yaşadıktan sonra, kimimiz vakitsiz...her ölüm vakitsiz değil midir..? Her ölüm erken ölüm değil midir? Gözlerini kapa..bakmadan arkana yürü..

İstanbulu bir daha göremeyecek olmak ne kadar kötü değil mi? Renkleri göremeyecek olmak..Sabah uyanamayacak olmak, ayakkabı giyemeyecek olmak..En sevdiğin meyve neyse onu yiyemeyecek olmak.. Sevgilinin gözlerine bakamayacak olmak..hissedemeyecek olmak..düşünemeyecek olmak.konuşamayacak olmak.. 

Aşkı yazayım dedim, içimden gelmedi nedense, daha ciddi şeyler yazmalı diye düşündüm, o kadar ciddi olmalı ki en yılışıkların bile iflahını kessin..yüzlerindeki yılışıklıklar bir anda ciddiyete dönüşsün..ciddi olmak da niye? Çünkü hayat bizi git gide ciddileştiriyor..Ölüme yaklaştıkça ciddileşiyoruz...

Şair ölüm döşeğindeyken hafifçe doğrulur yatağından, yanıbaşında bekleyen oğlundan bir sigara ister, oğul babaya arkasını döner, mahcup bir hareketle sigarayı yakar ve babasına verir...titreyen parmaklar son kez tutar sigarayı ve son kez götürür dudaklara ve güçsüzce çeker bir nefes...son söz: demek böyle ölünüyormuş...

Bir filozof şımarıklığı içinde: ölüm varsa ben yokum; ben varsam ölüm yok diyen kafa ne kadar da sığdır..gerçeği basitleştirerek çözdüğünü sanır, kelime hokkabazlıkları ile çizer üstünü bir anda, varolmaya ait ne varsa ve atar beyninin ücra çöplüklerine...bir daha düşünülmemek üzere..çözdüğünü zanneder; oysa ki sadece üzerini örtmüştür...

Herkes ölümü tadacak der kutsal kitap, ifade çok açıktır, öyle de olur, doksan küsür yaşındaki eski komünist de tatmıştır, bir trafik kazası sonrası ayağında terliğiyle ölen çocuk da..100 yıl önce benim yaşımdaki tüm insanlar öldüler..100 yıl sonrada şu an yaşayan tüm insanlar ölecekler..Herkes ölümü tadacak..şekli nasıl olursa olsun..


AN'LAR
Yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85'indeyim ve biliyorum...
ÖLÜYORUM...
(Jorge Luis Borges)

15 Temmuz 2011 Cuma

ANNE BEN ERKEN ÖLÜYORUM

Anne gebe kaldığını haftlarca sonra öğrenir, adet görmemiştir...idrar testi çift çizgi çıkarsa gebedir öyle de olur. Sonra bulanmalar kusmalar, giderek ağırlaşan bünye, diş sıkarak geçen dokuz ay ve doğum. Anne vücuduna ait bir parçayı yitirmişçesine bir mahrumiyet hissiyle başbaşa kalır...Lohusa melankolisi. Anne ile çocuğun ilk ayrılığı. Onun içindir ki, doğan çocuk hemen annenin kucağına verilir; verilir ki bu ayrılık hissi bir nebze telafi edilebilsin.

Sonra? Sonra 40 gün 40 gece süren bir "uykusuz hergece" şarkısı...40 uçurma diye bir adet vardır bizde bilmem sizde de var mıdır..? 40 ı çıkan çocuğun 40 ı uçurulur ki 40 bastı olmasın. O gün 40 ı çıkan çocuk dışarı çıkarılır ailecek bir yere bir ziyarete gidilir...

Anne bebeği emzirirken inanılmaz acılar çeker, göğüs uçları çatlar yarılır, bazen enfeksiyon kapar göğüs şişer inanılmaz ağrılar içinde kıvranır anne,, sıcak su ile ovalanır göğüsler..ateşli sıtma nöbetlerine bile gidebilir iş...kendi kendini sağar ki göğüslerde birikmesin süt, birikerek ağrı yapmasın. Anne ile çocuğun ikinci ayrılığı sütten kesilmeyle başlar...Sütümü helal etmem bir annenin en güçlü tehditidir...

Bu dönemde annenin hayatı şu nirengi noktalarına uğrayarak akıp gider: Çocuk yatakta dönmeye başlar..Çocuk emeklemeye başlar.. Çocuk diş çıkarır..Çocuk yürümeye başlar..Çocuk konuşmaya başlar..Çocuk çişini söylemeyi öğrenir..Çocuk herşeyi sorar..Çocuk okula başlar..Çocuk okuma yazma öğrenir..Çocuk karne alır..Çocuk ergen olur..Çocuk aşık olur..Çocuk büyür..Anne yaşlanır.

Anne yaşlanır ama anneliğinde birşey kaybetmez. Vefasız bir gelin ve hayırsız bir damat gelene kadar rencide de olmaz; ne gelirse gelsin çocuğundan..anne beyni çocuğunu eleştiremez, sadece eleştiriyomuş gibi yapar. Kızmaz, kızıyomuş gibi yapar. Öflenir gibi görünür ama öfkesinin altında kaygı taşır. Anne çocuğuna kin bağlamaz, çünkü onun hayatının mahsulüdür çocuğu...

Dün 13 tane çocuk öldü...13 anne de onlarla beraber öldü...niçin öldüler? Çünkü bu son ayrılıktı...Anne çocuğu diş çıkarırken onun damağını kaşır sürekli...sonra ilk dişi çıktığında da  diş buğdayı günü düzenler..  Ana dilde eğitim.."Ana dili" ortaktır..Bütün anneler aynı dili kulanır..annelerin dili evrenseldir..Bu gün o anaların dilinden sadece beddualar dökülüyor, bir çaresizlik refleksi olarak..

Ya ölen çocuklar onlar ne dediler en son? Ne fısıldadılar karanlığın çehresine..Ölümle tanıştıklarında ne düşündüler..? Nasıl bir veda idi bu, nasıl bir yöneliş..Nasıl bir hikaye bıraktılar arkalarında..? Kim geldi akıllarına en son..kimi gördüler azrailin soğuk çehresinde..Yanarak öldüler, belki de sadece anneleri geldi akıllarına...küçükken ateşlendiklerinde alınlarına sirkeli ıslak mendil koyan anneleri...


15 Haziran 2011 Çarşamba

Yazmak Keşfetmektir

Çok yazardım eskiden. Kendime ait en büyük keşiflerimi yazarken yapmıştım. Yazının büyüsünün kalemle kağıt arasında oluştuğunu düşünürdüm. Klavye o büyüyü bozardı. Yazdığı şeye dokunabilmeliydi insan. Çizebilmeliydi üstünü, vazgeçtiği sevgilisinin üstünü çizer gibi. Elektronik ortamda yazmaya bu blogla başladım denilebilir. Master tezimi saymazsak.
Edebiyat benim için bir çeşit yolculuk gibiydi. Her yazarın kitaplığı farklı bir ülke. Okudukça büyüdüğümü farkediyordum, yazdıkça yükseldiğimi.
Sonra bir karabasan çöktü hayatıma. Hastalık ve aşk. "Birden bire bir kuş gibi vurulmuş gibi kanadından" , fildişi kulemden yuvarlandım. Okuduğum tüm kitaplar uzaklaştı benden. Yazdığım herşey safsataya dönüştü. Hayatı yeniden bir daha yaşayarak öğrenmeye başladım. Üniversite henüz bitmişti ve oyunun 2. perdesi açılmıştı.
İş hayatı İstanbul ve yalnızlık. Mecidiyeköyde 3. Sınıf bir otelde kalmaya başladığımda bohemliğin nahoş tadını da almış oldum. Fildişi kuleye benzemiyordu.
İstanbul zor bir kadın gibiydi, Mehlika Sultan. Zor, entrikalı, şuh! Ve ben o yedi gençten biri bile değildim henüz. Kör bir kuyunun başında duruyordum. Dipsiz, kör, karanlık bir kuyu.
Yazmaya yeniden yöneldiğimde aradan aylar geçmişti ve ben reddedilen bir aşık kini içinde yeniden yazmaya başlamıştım, kalemden katran gibi karanlık, karamsar ve serseri cümleler dökülüyordu...ya çözülecek ve atomlarıma kadar parçalanacaktım ya da yeni bir enkarnasyonla metamorfozumu tamamlayacaktım.
Bu yol ayrımı benim karşıma çıktığında Mehlika Sultana çoktan aşık olmuştum. Bu yeni ve taze aşk beni enkarnasyona doğru sürükledi. Bir çeşit aşk coşkusu. Yazmak artık bir serzenişten çok; bir ruh çözümlemesi oldu. Yazdığım herşey iç dünyamı da yapılandırmaya başlamıştı. Herşeyi yazıyordum ama herşeyi. Yazdığım herşeyi düşünce dünyamda şekillendiriyor, şekillendirdiğim herşeyi de anlamlandırabiliyordum. Bu düşünce yapılanması ise beni, duygularımı kontrol edebildiğim bir geniş ruh coğrafyasına doğru sürükledi.
Bu geniş ruh coğrafyası benim için yeni bir kıtanın keşfi kadar cıvıltılıydı. Bir yağmur ormanı kadar renkli sakin ve bir o kadar tehlikeli.
Yazmak keşfettirmeli insana, biryerden alıp bir yere götürmeli ve götürdüğü yer asla bir çöplük olmamalı. Dinamik sürekli yenilenen ve tazelenen bir harikalar ormanı olmalı. Yazdıkça büyümeli insan, büyüdükçe büyümeli, gürbüzleşmeli ve hayat fışkırmalı bakışlarından, her gün yeniden olmalı.

31 Mart 2011 Perşembe

İç sıkıntısından damlayanlar

Bu dünya yalan arkadaş, öyle işte...ölüm dibini gösteriyor hayatın...Alexis Carreli 10 yıl önce okudum, tarık buğra tok bir sesti benim için...peyami safa analitik düşüncenin edebiyattaki izdüşümü, Tanpınar türkçenin lezzet ustası, nazım hırçın delikanlısı edebiyatımızın, necip fazıl kafası zonklayan adam, cemil meriç deli gömleği giydirilmiş bir dahi...hayat sonsuz bir anda yaptığımız yolculuk...anne rahminden umarsız gençliğe ordan beyin olgunluğunun gerçekleştiği ortaçağa ve ordan ölüme,,,meçhule sövenlere hayret ediyorum, ya deliler ya çok genç ya da zır deli...
Aşkı nereye koyacaksın yalan dünyada, arabesk ezgilerin içinemi, tasavvufta mı arayacaksın, yoksa felsefede mi, Schopenhauer mı doğru tespit etmiş yoksa stendhal mi, yoksa Mevlana Celaleddin mi... oysa ne çok sevmiştik değil mi,,,herşeyimizi feda edebilirdik...ışığa koşan pervaneler gibi.
Ya babamız, hayat ağacımız, hastalanır er geç ortaçağımızda hayatımızın ve hayat daraldıkça daralır, tüm genişliğine rağmen...ayaklarımızın altındaki yer kayar, hayat çirkin yüzünü gösterir bize...yutarız zehir zemberek bir gidişatı...kabulleniriz başka çare olmadığı için ve susarız herşeye rağmen dirayetle ve metanetle.
Ve başımız dik, düşüncelerimiz berrak, yüreğimiz açık bir eşikten geçeriz, bu eşik bizim arşımızdır...toplamıdır hayatımızın..ve alabildiğine ciddidir. Cıvıklığın iflahının kesildiği noktada pusu kurmuştur...inceldiğinde idrakimiz, realize eder kendini...çarpışında anın karmaşasına..
Siz boşgeçin bunları, nihilizme aşık değilmiyiz sonuçta...turgenyevin babalar ve oğullarına akıtırız hedeflerimizi...başka türlü nasıl çıkarız bu karanlık yokuşlardan değil mi ??? "nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa" Üzeyir Garihin yöentim teknikleri kitabını okuyorum, sahi ya kaç yıl oldu Üzeyir Garih bıçaklanalı...??? şirketlerin gelişiminden çalışma motivasyonlarından tutun, şirketlerin büyüme stratejilerine kadar her konuya değinimiş üstad...ama kör bir bıçak darbesiyle söndü...bilinmeze yönelerek...
Şimdi herşey kendi eksenine yöneldi tekrar, gölgeler gölgelendi, renkler sustu...anlam ve idrak vücut buldu...sesler silikleşti, sanki herşey yeniden oldu...ve hayyamvari sesler duyulur oldu tekrardan :          

Geçmiş günü beyhude yere yad etme
Bir gelmemiş an için de feryad etme
Geçmiş gelecek masal bütün bunlar hep
Eğlenmene bak ömrünü berbad etme

23 Ocak 2011 Pazar

Cyclonic Storm: YAZMA İHTİYACI VE YALNIZLIĞIMIZ

Cyclonic Storm: YAZMA İHTİYACI VE YALNIZLIĞIMIZ: " İlk bloğumu yazıyorum, vatana millete hayırlı uğurlu olsun... 23.01.2011 den itibaren yayın hayatına girmiş b..."

YAZMA İHTİYACI VE YALNIZLIĞIMIZ

      İlk bloğumu yazıyorum, vatana millete hayırlı uğurlu olsun... 23.01.2011 den itibaren yayın hayatına girmiş bulunan bu Cyclonic Storm isimli bloğumda düşüncelerimi, görüşlerimi, yaşadıklarımı, yaşamak istediklerimi, keşke yaşamasaydım dediklerimi, yaşasam da olurdu yaşamasam da dediklerimi bir itiraf şeklinde değil; bir değerlendirme şeklinde yazmayı planladım..
    
    "Benim dünyamda gelişen olaylar kimi ne kadar ilgilendirebilir ki.." diye de düşünmedi değilim...Herhangi bir şey yazan ve birileri okusun diye yazdıklarını ortaya koyan kişi, iç dünyasını ortaya koyar, paylaşır.. bu bir tür yalnızlık refleksidir ve günümüzde herkes git gide daha da yalnızlaşmaktadır...Her sırrınızı bilen ve sizi asla aldatmayacak, eleştirmeyecek, size sürekli gereksinim duyduğunuz şekilde davranacak..sizi dinleyecek bir dostunuzun olması ne kadar güzel olurdu değilmi??? Yok işte ama...ve olmayacak da, peki ne yapmalı?? Sizi bilmiyorum ama ben iç sesimle dost olup kendimle barışık yaşamaya çalışıyorum...kendinle barışık yaşamak da nedir, aslında çok klişe ama, küsmüydük ki kendimizle barışık yaşıyoruz...? sorusunu sormak gerekiyor...

   Evet küstük...kendimizi  tanımıyorduk bile..kendimizi sürekli başkalarıyla karşılaştırarak değerlendirmeler yapıyorduk..belki bu hatayı anne babamız yapmıştı ilk...felancanın çocuğu ile kıyaslandık hep daha iyi olmaya doğru kamçılanmak adına..bu arada da içten içe kendimize küsmeye başladık çünkü yetersiz görüldük ve yetersizleştirildik...işte bu noktadan sonra arkadaş ve dost arayışımız çıktı ortaya.. bizi destekleyecek ve bizi sürekli haklı görecek bir dost..iç sesimizle küstük çünkü, iç sesimize yabancıydık..kendi ile başlayan deyimleri hatırlayalım: Kendi kendini yemek, Kendinden geçmek, Kendini kaybetmek, Kendine gelmek, Kendine yedirememek, Kendini bulmak...kendi kendi kendi..bu kendi iç sesimizdi...öz benlik, öz bilinç denen şey..ve biz bundan habersizdik...

     Şimdi hayal kırıklıklarıyla dolu bir arka planı olan ve tecrübeyi hayatta yediğimiz kazıkların bileşkesi olarak gören deforme olmuş bir hayat tecrübesi perspektifimiz var..bu perspektif bize kime ne kadar güvenmemiz gerektiğini değil kimseye güvenmememiz gerektiğini öğütlüyor...kimseye güvenemeden yaşamak ise bizi karmaşık psikozların kıyısından derin bir yalnızlığa doğru sürüklüyor...bu yalnızlık ise bizi yazmaya daha çok yazmaya sadece yazmaya; düşüncelerimizin ortaya konulmasına, biraz kabullenilmeye, biraz örtülü sevilme ihtiyacının belirtilmesine ama en önde kendi varlığını ortaya koymaya doğru çılgınca bir yönelişe kilitliyor...belki ben de böyle bir yönelişin sonunda yazmaya başladım bloguma kimbilir....